29 Ocak 2007

Lüzumsuz Diyaloglar


Kadın—Merhaba...
Adam—Merhaba. Hoş geldin, şöyle otur.
K—Verdiğin o yazıyı bulamadım. Hani şu güneydoğu şehriyle alakalı olan var ya, surlardaki karlardan bahsettiğin, geçen hafta sana geldiğimde vermiştin.
A—Önemli değil.
K—Hayır, bulduğumda getiririm sorun değil. Geri kalan her şey poşetin içinde...
A—Anladım.
K—Al
A—Ver... Tamam; zaten pek işime yarayacaklarını sanmıyorum ya.
K—Hani belki bir gün aklına gelirse diye.
A—Anladım tamam. Uzatmayalım şu konuyu. “Al mektuplarını ver mektuplarımı” tandanslı muhabbetlere oldum olası gıcığımdır. Neyse, şimdi rutin olarak bir şeyler içmemiz gerekiyor sanırım. Gerçi yazar pek istemiyor öyle çaydı, kahveydi uğraşmak ama bir cafede buluşuyorlarsa, bir şeyler içmemeleri mantık hatası olur diye düşünüyor.
K—Bir kahve alayım ben o zaman.
A—Garson bey, bakar mısınız?
K—Yüzük de poşetin içinde haberin olsun.
A—Bir kahve, bir çay alabilir miyiz? Kahve sütlü ve bol köpüklü lütfen...
Garson—Tabi efendim, getiriyorum.
K—Neden sütlü ve bol köpüklü istedin?
A—Öyle içmez misin sen?
K—Evet, ama bu seferki bana, “bak seni ne kadar iyi tanıyorum, bir daha seni bu kadar düşünen bir erkek bulabilecek misin bakalım” mealli bir kahve siparişi gibi geldi.
A—Garson bey! Kahve sade olsun!
K—Komiklik olsun diye böyle atraksiyonlara girme bence. Komik olmuyor çünkü.
A—Ben de sonuçta yazarın yazdıklarını söylüyorum ama değil mi, ayrıca sadece alışkanlık olmuş sütlü, köpüklü filan... Senin hakkında oldukça gereksiz yüzlerce ayrıntıyı aklımda tutmak zorunda olmak da hoş bir şey değil zaten.
K—E o zaman rahat edersin bundan sonra.
A—Olur, görürsem söylerim.
K—Ya madem yazar çayla kahveyle uğraşmak istemiyordu, niye uzattı bu konuyu bu kadar dersin?
A—Bilmiyorum! şu yazar mevsuzunu da kapatsak artık. Yılmaz Erdoğan yapardı eskiden bunu. Karakterleri yazar hakkında konuştururdu. Ve son zamanlarda okurlar bizim yazarımızın ondan etkilendiği konusunda kıllanmaya başladılar biliyorsun.
K—Bence bundan az önce bahsetmeseydi, çoğu kişi fark etmezdi bile.
A—Buse!
Buse—Tamam, sustum!

A—Eeee! Bir ayrılık konuşması hazırlamadın mı yoksa?

B—Bak Erdem... Biliyorsun seninle çok güzel şeyler yaşadık...
Erdem—Fazla rutin başlamadın mı?
B—Daha iyi bir fikrin var mı?
E—Evet, mesela seni dünyadaki her şeyden daha çok seviyorum dedikten iki gün sonra – bak iki gün diyorum ama tam manasıyla kırk sekiz saat bile dolmamıştı – sadece iki gün sonra nasıl ben sıkıldım artık diyebildiğinden bahset. Ya da mesela nasıl, seni hala seviyorum diyen biri, ama ile cümlesini devam ettirip ayrılmak istediğini söyleyebiliyor. Bunları anlat bana.

B—Bana kızgınsın yani?
E—Sakin bir şekilde, “madem böyle bir karar verdin, kararına saygılıyım, hatta dürüst olduğun için teşekkür ederim” dememi beklemiyorsun değil mi? Elbette kızgınım. Çünkü biliyorsun o kadar medeni bir yaratık sayılmam. Çoraplarıyla yatağa giren biriyim ben.
B—Ya ama ben, tiksiniyorum çorapla yatağa girilmesinden.
E—Konuyu değiştirme.
B—Buna ilk yeltenen sensin.
E—Hayır, ben iddiamı desteklesin diye söyledim onu.
B—İyi, tamam... nerde kalmıştık.
E—“ayrılma fikrini nasıl karşılamamı beklediğini” sormuştum en son.
B—Hehe... sence yazar son kaldığı yeri hatırlamak için dönüp bakmış mıdır?
E—“Hehe” diye gülmez misin lütfen. Bir hikâyede ne kadar kötü durduğunu fark etmiyor musun, chat yapmıyoruz burda, eğer yazar becerebilirse fark ettirir zaten senin bunu gülerek söylediğini. Bir de sen çaba harcama. Ayrıca tanırım kendisini biraz yeteneksiz olabilir ama salak değildir, hatırlamıştır herhalde nerede kaldığını.
B—Tabi, tabi çok akıllı kendisi. Daha içeceklerimiz bile gelmedi.
E—Ya ne yapsın adam, garson getirecek onları. Bekle biraz sende...

Hiç yorum yok: