10 Aralık 2010

So

Elleri titremekte, gözler direksiyonda
Bir teker döndü sonra, bir ağaç geçti yandan
Ne çok rüya yaşandı, mutlu muyum ne hâlâ!?
Ve radyoya uzandı, ve vazgeçti ardından.

Gözleri ağlamaklı, elleri saçlarında
Uzandı yatağına, bir adam geçti camdan
Tanrım gitti sonunda, mutlu olsa ne âlâ!
Gitme demesi beklenmez ki, gururlu bir kadından.

8 Aralık 2010

Aaaah!

Olmuş dazz javulcusu, vuruyor yağmur cama
Bir ritmdir tutturmuş, bakmıyor alkışlara
Aman toprak da kokmuş! sikinde mi rüzgarın
Ben eseyim bir çırpı, çok işim var akşama

Bak buna şimşek deriz, dibi çatlar korkudan
Sonra ben güçlü kadın, perdeleri as önce
Tutturmuş monogami, söylemez ki doğrudan
Ben ateist değil, tanrı'ya gıcığım sadece...

28 Ekim 2010

Kökler ve Okyanus 3) Mutluluk

Ilık rüzgar yaprakları okşayarak yoluna devam ederken, sonbaharın bu son günlerinde beklenmedik bir şey vardı havada. Mutluluk. Hava güneşliydi, küçük bulutlar topak topak gökyüzünde, hayalperest bir çocuğun kendilerini bir kuzuya ya da bir kaplumbağaya benzetmesini bekliyorlardı. Kuş cıvıltıları havaya ayrı bir ahenk katıyordu. Birkaç güne güneye göç etmeye başlayacaklardı ve tüm hünerlerini son defa bu topraklara sergileyip, sonraki ilkbahara kadar kendilerini olabildiğince özletmeye çalışıyorlardı. Mavi bi kuş, geldi kondu Bian’ın dallarından birine. Kendini temizledi. Mükemmel bir şarkı söylemeye başladı. Sanırım okyanuslar ve küçük bir istiridyeyle alakalı. Birden tüm kuşlar sanki dikkat kesilip onu dinlemeye koyuldu. Esen hafif rüzgar mavi kuşun tüylerinden geçerken hafiften dağıtıyor, bu da zaten güzel olan sahneyi çok daha çekici yapıyordu. Bian mutluluktan birkaç yaprak döktü. Sonra hep birlikte bu yaprakların yavaş yavaş yere düşüşünü izlediler. Bir seramoni gibi. Tıpkı çok aşık olduğu ama bir türlü açılamadığı genç kız sokakta yürürken, apartmanın 4. katından fark edilmeyeceğinden emin bir şekilde onu izleyen genç bir erkek gibi. Yapraklar durumdan memnun, biraz da gösterilerini ağırdan alarak bitirdiler. Şayet ağaçların elleri olsaydı, mavi kuşun şarkısından sonra gelen bu sahneyi çılgınca alkışlayarak onurlandırırlardı. Bugün selurt bile gayet mutlu görünüyordu. Üst dallarından birinde muhabbete dalmış iki kuşu dinliyordu. Kuşlardan biri diğerine nick cave’in leonard cohen’den çok daha iyi bir şair olduğunu iddia ediyor, ve kanıtlarını uzun uzun anlatıyordu. Tabii ki bu bir saçmalıktı. Ama selurt yine de mutluydu çünkü müziği severdi. Müzik hakkında konuşan kuşlarıysa daha çok severdi. Güneş yavaş yavaş ısıtırken sert vücutlarını, tüm ağaçlar bir ağızdan nefes alıp veriyordu. Yeşil ve sarının tüm tonlarının yeraldığı bu gösteriden sıkılmanın imkanı yoktu ki. Şimdi de, bir kırlangıç başladı şarkı söylemeye ve bu sefer tüm orman onu ve arkadaşlarını dinlemeye koyuldu. Huzur dolu geçen iki dakika sonunda hızla bir araba geldi ve parketti hemen ormanın kenarında. “çık lan dışarı” dedi bir erkek sesi. Ağzına bir şey tıkıldığı için böğürmekten başka hiçbir şey yapamayan kadını dışarı attı arabadan. Ardından kendi de çıktı ve saçlarından ormanın içine doğru sürükledi. Tüm kuşlar sustu ve tüm ağaçlar gözlerini kapattı. “amına koduğumun orospusu” dedi adam. Kadının kafasını ağaçlardan birine vurdu. Kadının burnu kırılırken çıkarttığı ses doldurdu tüm ormanı. “bekle lan burada” dedi. Tam dönüp gidecekken, kaçmasından mı korktu bilinmez geri döndü ve kadının bacağını tüm kuvvetiyle 4-5 defa tekmeledi. Bacak hiç fizyolojik olarak olması gerektiği gibi görünmüyordu artık. Zaten zayıf olan kadın ağlamaktan ve bağırmaktan bitap düşmüş, tüm gücünü nefes alıp vermeye harcıyordu artık. Korku dolu gözlerle adam arabaya doğru giderken onu izledi. Hayır kaçamayacaktı, hem de sırf bacağı iki yerinden kırık olduğu için değil, kaçmaya mecali kalmadığı için kaçamayacaktı. Ağlamaya çalıştı ama beceremedi. Bir şeyler mırıldanmaya çalıştı ama saçma bir ses yığını çıktı çünkü ağzında hala şu bez parçası vardı. Adam elinde bir baltayla geldi ve ilk savurduğu anda kadının suratını sol kulağının altından sağ gözünün ortasına kadar yarmıştı bile. Kan delice fışkırmaya başladı ve kadının suratı şu anda küçük kırmızı bir su birikintisinden başka bir şeye benzemiyordu. Sonra bir kez daha savurdu, bu sefer sol kolunu omzundan ayırmak için, ancak tam ayıramamış hala koltukaltından bi parça kas yığını kolunu tutuyordu. Bu sefer tam boynundan isabet ettirdi ve kadının kafası vücudundan bi 10 santim uzağa fırladı. Miniminnacık kadında ne kadar çok kan vardı. Tekrar küfretti adam. Sonra baltayla kollarını ve bacaklarını kesti. Kadından geriye kalan küçük parçalar için fazla endişelenmedi. Sadece büyük parçaları alıp bi torbanın içine koydu ve bir çukur kazdı. Torbayı toprağın içine fırlattı. Dikkatsizce deliği kapattı ve koşarak arabasına gitti. Bir-iki dakika içinde arabayı çalıştırdı ve geldiği yöne doğru uzaklaşıp gözden kayboldu. Ağaçlar gözlerini hiç açmadı. Kuşlar hiç cıvıldamadı. Ilık ve narin rüzgar yaprakları okşarken ağaçlar arasında bir şok kasırgası vardı. Anlamsız bir fısıltı duyuldu. Kış gelmişti.

27 Ekim 2010

Eskiz Defteri - 5


bir gün dövmeciye girdim. adres soracaktım. masanın üzerinde rilke'nin külliyatı vardı. kıza; "anılara sonuna dek sadığımdır; insanlara hiçbir zaman öyle olmayacağım" dedim. rilke sever misin dedi. ben severim ama almanlar pek sevmez dedim. neden dedi. yeterince alman bulmazlar dedim. güldü ama işin ironik olan yönü başka; rilke çek'ti..


T.U.

23 Ekim 2010

Aziz


İyi bir şiir için kötü bir cümle.
Tarihin sarkacına tutunmuş gizem,
uyuşturan telkinlere alışkın bünye
Ölene sövgüyle yapılan matem..
Depresif bir gece,yıldızsız, soğuk
Aşık olmak lazım, önce bir kadın
Şarkılar ayrılığa, nefesim boğuk
Bir kadının olmalı, önce bir adın...
Niyetim bozuk, bu bıçak durmaz yerinde
Esrar çekmiş gözlerim, melek görünce
Kutsal bir inilti, belki bir çığlık..
Tanrı olmadığımı anlasam artık..
Cehennemin anaforu şimdi altımda
Günahlarım anlayamam neden çok sesli,
Sevaplar hep fısıltı makamında
En iyisi siz toptan yakın bu nesli...

Kimse memnun değil, dökülen kandan.
Bir-üs Seba aydınlık bura hep gece
O toprağın kabrime dolduğu andan
Sonrasını anlatır dilimde hece..
Bir ilmiğe tutunmuş şark ağıtları
Ömrün, çirkin yalnızlığa beşik kertilmiş
Uyku son haddinde, başın dönmekte...
Kalbin beynin tarafından, terk edilmiş...

İyi bir şiir için kötü bir cümle
Anlamsız kafiyeler uyum aratan
Birleştirmek için bugünü dünle
Yine bizi harcıyor, aziz yaratan...


Haziran '05 İzmir

11 Ekim 2010

Kökler ve Okyanus 2) Selurt'la Tanışma

-Belki de mutluluk diye bir şey yoktur. Mutluluk delicesine bir “üzütülü olmama” durumudur belki yalnızca. Belki kışın rüzgar her defasında estiğinde, iliklerime kadar işleyen bu soğuk, sadece ve sadece delicesine bir “sıcak olmama” durumudur. Felsefe ve retoriğe ilgi duymak bile can sıkıcı artık sanki. Eskiden uzun cümleler kurduğunda özne ve yüklemin birbiriyle uyumlu olması bile etkilerdi insanları. Şimdi tüm sorular dürtüklemelerden ve tüm cevaplar kıkırdamalardan ibaret. Şu gerzeklere bakın, ormanın sahibi sanıyorlar kendilerini ve az önce o salak bisiklet geçtiğinde nasıl da heyecanlandılar diye dert yandı Selurt üstündeki karıncalara.

Karıncaların pek umrunda değildi açıkçası. Onlar gitmeleri gereken yere (ki sanırım neden gitmeleri gerektiğini bile bilmiyorlardı) bir an önce varmak dışında hiçbir yaşama gerekçeleri yokmuş gibi koşuşturan şeylerdi. Uzaktan bakıldığından küçük ve önemsiz gibi duran varlıklar aslında yakından baktığınızda da aynı şekilde küçük ve önemsizlerdi. Ama severdi selurt karıncaları. Karıncalar da onu. Sadece dinlemezlerdi işte. Hani eskiden köyünde yaşanan büyük bir kavgayı anlatan büyükbabanızı derin bir saygıyla dinlemezsiniz ya, işte öyle dinlemezlerdi.

-Kader kavramını her defasında yeniden sorgulamak zorunda kalıyorum dedi Selurt. Mesela şu iki salak ardıç. Oxa ve Bian. Onların yolun kenarında olup benim yola bu kadar uzak olmam kader mi? Doğan güneşi ilk onların görmesi, arabaların hep onların yanında geçmesi kader mi? Benim burada yetişmem bir rastlantı tamam, ve o yolun orada kurulması da öyle, aynı zaman da güney cephesine bakan kısmın benim açıma kapalı olması da. Belki de hayatımızdaki tüm kötü küçük tesadüfleri alıyoruz ve hepsini birleştirip kader diyoruz. Kadere bu yüzden inanmıyorum işte. Çünkü doğası gereği nötr bir duyguyu taşıması gereken bir kelime, dilimizde negatif anlamlı. Hiç mutlu bir insanı gördüğünüzde kader işte der misiniz, küçük karıncalar? Ama babası ölmüş ve ağlayan bir adamı gördüğünüzde dersiniz. Kader sözcüğü tüm hayatımız boyunca karşımıza çıkan küçük ve kötü tesadüflere bizim taktığımız berbat bir lakap aslında.

Hayır, gerçekten karıncaların umrunda değildi. Onların belli ki tüm hayatı küçük ve kötü tesadüflerden oluşmuştu. Yani kısaca bir başkasının kader dediğine onlar hayat diyordu ve başka bir yolları da yoktu belli ki. Zaten babası ölmüş ve ağlayan bir adam gördüklerinde, psikanalitik bir kader yaklaşımından çok, adamın ayağının altındaki yiyecek kırıntılarına bakmak gibi pragmatist bir yaşam görüşü olan varlıklardı. Bu Selurt’u rahatsız etmiyordu, biliyordu ki eğer ayağınızın altındaki çöpleri küçükken birileri toplamazsa, siz bir gün hiç fark etmeden onlara takılıp düşünceye kadar büyürler.

-Biliyorum dedi. Kış yaklaşıyor. Bunu acelenizin artmasından anlıyorum. Daha çok koşuyorsunuz ve hava soğudukça daha çok... Kış güzeldir dedi. Tamam yaprak dökmek zorunda kalacağım ve bu beni biraz çıplak hissettirecek ama çıplakken de içimdekileri saklayabilecek boşluklarım var biliyorsunuz değil mi, dedi ve gülümsedi Selurt.

Bir on metre ilerde Oxa ve Bian’ın ona bakarak kıkırdadıklarını gördü. Bu durumdan rahatsız oldu ve bir süre karıncalarla konuşmamaya karar verdi. Tam bu sırada. Yanındaki koca çınar döndü selurt’a ve kalın ve tok sesiyle fısıldadı.

-Hey, Selurt dostum. Az önce geçen bisikleti gördün mü?
Selurt inledi: sen bari yapma Kladon…

10 Ekim 2010

Kökler ve Okyanus 1) Oxa-Bian ve Bikenon Efsanesi

-en azından senin gibi düşünmediğim için suçlayamazsın beni.
-ne münasebet. tabii ki suçlarım. tam bir saçmalık söylediğin.
-fikirlerime katılmıyor olabilirsin, ama saygı duymalısın oxa.
oxa: ne saygısı yahu, resmen ıhlamur çiçeğinin kokusunun güzel olduğunu iddia ediyorsun.
-tamam herkese göre değil belki hepsi de değil, ancak dayımın kızı güzel kokardı.
oxa: ah anlaşıldı, duygusal yaklaşıyorsun sen, tamam tartışmıyorum artık senle.
-bu bunu 1672. söyleyişin.
oxa: ne yapayım yanımdasın her gün...

olağan tartışmalarını yaşıyordu oxa ve bian bugün de. çok değişik karaktere sahiplerdi ve bu yanyana olan iki ağaç için kaçınılmaz bir şeydi. ancak 1672 aslına bakarsanız bir ağaç için çok da büyük bir sayı değildi. konuşmayı yeni yeni öğrendikleri için henüz bahsedecek ve dolayısıyla tartışacak ortak konular yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.

insanlar ağaçları sever ve onlara bir çok pozitif his yükler ancak, ağaçlar aslına bakarsanız oldukça huysuz varlıklardır. henüz birbiriyle tamamen anlaşan yan yana iki ağaç görülmemiştir. bir tek kuzey arnavutluğun rreshen bölgesinde birbiriyle neredeyse arkadaş olacak iki ağacın bulunduğu rivayet edilir. ancak bu arkadaşlığın da bir ağacın diğerinin üstündeki karınca sayısının fazlalığını kıskanması sebebiyle çok ilerlemediği söylenir. yine de bu yakınlaşma ağaçlık tarihinde büyük bir olaydır.

gelgelelim türkiyenin batısındaki izmir bölgesinde bulunan oxa ve bian; ağaçlık tarihinin belki de en büyük efsanesini yaratacak ağaçlar olacaktı. ama bir yandan da dostlarım büyük beklentiler hiç bir zaman iyi sonuçlar doğurmaz.

oxa: selurt hakkında ne düşüyorsun, çok merak ediyorum.
bian: tam bir züppe bence.
oxa: kesinlikle! yeni yapraklarını gördün mü ne o öyle
bian: ah evet evet görmez miyim, kendini beğenmiş pislik, hep bu karıncaların yüzünden. çok yüz verdiler selurta. o da olmadığı bir şey... ah bak bir bisiklet!
oxa: aaa bisiklet.. hey gördün mü?
bian: evet bak gidiyor. bisiklet heyy!! duymadı...
oxa: ne kadar güzel gidiyor.
bian: mükemmel.

ağaçların ortak olarak sevdiği iki şey varsa; ilk sıradaki kesinlikle bisiklettir. Bisikleti garip bir takıntı hatta yaşam felsefesine dönüştürmüş yüzbinlerce ağaç vardır. ancak bu aşk ne zaman başlamış derseniz sizi şu andan 1800 yıl kadar öncesine götürmem gerekecek. Şu an kuzey Avrupa olarak adlandırılan bölgede bulunan norveç’te fjell fiyortlar topluluğunun güney yakasında bulunan yüzlerce ağaç ilk defa gördükleri o şeyi çok sevdiler. Yani çok fazla aslına bakarsınız. O dönem ağaçlar arasında kurulan bikenon dininin tanrısı da bir bisikletti zaten. Kırmızı bir bisiklet. Ağaç topluluğuna yaklaşık 1,5 kilometre uzaklıkta bulunan ve rahmetli büyük büyük dedeleri tarafından oluşturulmuş ahşap bir kulübenin sahanlığından çıkar, ağaçların yanında hızla geçerdi. Yere temas eden tekerlerinin dönerken verdiği o helezon etkisi, ve düşük temas alanına rağmen ayakta durabilmesi ağaçları mestetmişti. Çünkü ağaçlar çoğunlukla dengesiz ve dolayısıyla düşmekten çok korkan tabiatta varlıklardır. Bu yüzden büyük kökler oluşturacak şekilde evrimleşmişler, ve doğduktan sonra ilk işleri kök uzatmak olmuş. Aralarında hala bazen kök uzatmanın evrenin doğasına aykırı olduğunu iddia eden, eğer düşmemiz gerekiyorsa düşmeliyiz, yüce tanrı bikeno (bikenon dininin tanrısıdır bu) bizi böyle yarattıysa vardır bir bildiği diyen, radikal dinci ve garip bir şekilde anarşist ağaçlar çıkar ama onlar da esen sert rüzgarlara dayanamayarak kısa zamanda devrilirler. Kısaca eğer dedeleriniz evrimleşme gereği duymuşsa, bir bildikleri vardır ve vaktiniz daralmadan çenenizi kapatıp siz de evrimleşseniz iyi olur.

Böylesine hızlı ve dengeli bir nesneyi gördüklerinde yaşadıkları hayranlık bir süre sonra kültürlerine de yansıdı. Edebiyatta büyük bir akım oluşturdu ve yaklaşık 200 sene bisikletlere yazılan şiirler revaçtaydı, bir bisikletin ne kadar hızlanabileceğine dair efsaneler, küçük fidanlara anlatılacak olağanüstü kahramanlık hikayeleri derken dilden dile yayılan bisiklet devrimi tüm dünya ağaçlarını etkisi altına aldı. Şu an bikenon dininin kutsal toprakları da fjell fiyortlarının hemen doğusunda bulunan bykletten şehrinin, şehir mezarlığı yakınındaki ormanındadır hala.

Ancak bisikletin üstündekinin insan olduğunu anlamaları, daha doğrusu insanların kayda değer varlıklar olduğunu fark etmeleri daha zaman alacaktı…

30 Eylül 2010

Duvarlar

Duvarları incedir yalnız insanların
ve hep şen şakrak komşuları vardır.
Hep neşeli şeylerden söz açılır.
Çay içilir.

Muhtemelen yakışıklı bir adamın ağzından
fıkralar duyulur...
Muhtemelen sarışın bir kadının ağzından
kahkahalar.

Yalnız adam kendi lüzumsuz çirkinliğinden muzdarip,
kekeleyen sesinde başka birini arar.
Aynadakiyle konuşur sessizce,
aynadaki aynanın karşısındakiyle konuşur.

Müzik sesi her zaman
kapı sesini duyamama paranoyasıyla kısık,
saçları her zaman
kapıdakine güzel görünme takıntısıyla düzgündür.

Soğuk olduğu zaman çift çorap giyer ayağına,
biraz daha üşüdüğü zaman hırkasını alır.
Hep kendi ısı dengesini,
daha sıcak bir sevgiliyle yükseltme amaçlı hayaller kurar.
Kışın hayal edilen sevgili,
diğer mevsimlerdekilere oranla daha sıcaktır.

Sarışın komşu kadın çayları tazelemek için
mutfağa gittiğinde,
yalnız adam bir ölü üşengeçliğiyle kendine çay demlemekten
vazgeçer.
Birazdan uyurum diye düşünür...
Hiçbir zaman istediği vakitte uyuyamaz...


Kasım 2006



Quidquid Latine Dictum Sit, Altum Viditur*

































Her defasında daha da üzülmüş ayrılıyordu yattığı yatağından.
Sıcak,
huzursuz,
terlemiş sırtı ve saç dipleri,
şehvetli bir öpücüğün mekanı olmaktan uzak.
Her defasında aynı yerinden kalkıyordu yatağından.
Ve aynı şarkı çalınıyordu başka dillerde ama...
Bazen eşlik ediyordu...
Pek çoğunu bilmiyordu...

En eski dürtüsüydü belki insanın,
bir yaşama sırasında sarılmak bir başkasına.
Ve en eski arzusu belki,
bir başkasına sarılmaya ihtiyaç duymadan yaşamak.

...ama herkes birbirinindi artık,
Herkes bir başkasının efkarında alkol limiti.
Mutlaka bir başkasının eski sevgilisi
bir başkasının bozduğu gözyaşı bekareti.


* Bir cümlenin latincesi, insana daha havalı gelir.

17 Temmuz 2010

Bu Sabah

beyaz sabah bu kez farklıydı
bakışlar sabit, bir şey saklıydı
giderken eve, yüzbinlerce çanta sırtında
kambur sıkıntılar
kırıştırmış gözlerini, dudaklar
küfretmeye meyilli ama utangaç o
konuşmaz, kalın sesli
ve ten rengine döner sabahlar...

tüller rüzgarda uçar
sabah biraz, kızıltılar çıkar gökyüzünde
her kuş başka cıvıldar, ama ben
bir şeyler söylerken
gözlerime bakmazdı, ahlağım döner hislerimde
sandalye rahatsız ve hep
ezanlar uğuldar boşluklarda
bi sus be, bu gece
uyumazsam yarın kırışıklar...

otobüslerde tüm insanlar, bir deniz, sular mavi
kaçta çıkarsın ki sen evden
rastgelir gecenin bi vakti
ne çok güzel şey rıhtımında, sonra deniz
alkol yok vallahi, ellerin yüzer vapurlarla...

yürürdüm sürekli, terlikler eski, eskiden beri
dolmuşlar, hayır uzak bir yer değil
gideceğim ev şurda
sen uyu, nefes al, dur, ver
geçmişe bağlı voltalarım var
sigaralar, koridorlar
pek anlayışlı değiller, sakın sorma...

içtiği bir damla su, yağmur boşa yağmış akşamdan
yutkun, gitsin tortusu
hep yanlış tanıdın, insanlar
çok garip deniz kokusu
bilmezsin sen, çek kana kana
uzan dizime
gevrek sevmezsin, simit alayım ben sana...

beyaz sabah bu kez farklıydı
bakışlar sabit, bir şey saklıydı
giderken eve, yüzbinlerce çanta sırtında
kambur sıkıntılar
kırıştırmış gözlerini, dudaklar
küfretmeye meyilli ama utangaç o
konuşmaz, kalın sesli
ve ten rengine döner sabahlar...

pervanede saçların, uçuşur ne güzel sakın kaptırma
serin ve ıslak, dudakların hep bu yağmurda
"girişken tavırlar"
ne sen benimsin, ne ben burda
çekingen ya olsa, baktığın iklimler karışık
"iyi ki yaz, omuzların da var"
berbat dost yalnızlık
bu sabah...

19 Mayıs 2010

e iyiydik?


ıskalanan yüreklerin hesabı,
anason kokan gecelere kesilir
ve -bir güzel elinde terletemediğimiz- kupkuru ellere
en çok o zaman yakışırdı, buz atmak kadehlere..
hisseder, anlatamazdık..
henüz üç-beş 70'lik olmamıştı büyüyeli,
esrikliği tadıyorduk..
hiç duymadığımız bir kelimeyi, oluyorduk...

ilk dublenin ardından, hep boğaza baktığı varsayılan
herhangi bir masada -ankara'da-
ne zaman yürek tokuştursak bir kadınla
hep bizimki kırılır, saplanırdı hayatımızın tam ortasına
kördük, kütüktük zil-zurna...

kimse ötekinden daha az yamulmamıştı ki
-tam da sı(za)cak uygun bir kucak ararken-
sadece sesiyle anlamlanan,
sesine çok yakışan adımızı çağıran
-ki daha duyulabilir hissediyordu kendini insan-
nefesler duyduk.. (zannımca tanrı'dan...)

artık, -her defasında aynı şeyi yapıyor diye-
o kadar da efkarlanmıyorduk,
bitmek üzere olan peynire..
çünkü az sonra -ağızda sigaralar- ayakta alkışlayacağımız
tanrı'yla düet yapan seslerde yorumlanıyordu adımız..
sanılanın aksine "ulan" değildik hiç birimiz
-verildiğinden bu yana ilk defa-
bizi mutlu edecek herşeyi çağrıştırıyordu ismimiz...

bir güzellik de biz yapalım istedik
en iyi yaptığımızı sandığımız şey neyse, onu sergiledik
" bakın bayan, en iyi ben içerim
on dakikada üç dubleye çıkabilen bir karaciğerim "
ve feda edilecek herşeye değecek,
her koşulda, -karda, çamurda.. giyinikken, çıplakken, ıslakken-
güzel kalmayı beceren, gülümsemeler keşfettik
yürekler uyarıyordu yanık bir kokuyla da
biz buz kesmiştik, müdahale edemedik...

zamanın kayıt dışı, o donuk aralığında
hepimiz aynı cevabı vermeye gönderildik,
sıradan bir çocukluk anına....
" - büyüyünce ne olmak istersin küçük şey?
- aşık... yapabilir misiniz? "
yok artık, hem ne güzel çalıyor şarkı bak
"sahi dimitri, neden bıraktı kutsal kitaplar inmeyi?"
ve her soruya aynı cevap artık
"bu konu hakkında konuşmayalım
biz, buna içelim"

sabah, gözümüze çakıp da ayıltınca,
farkediyorduk;
-artık kaç defa seviştiysek, akşamdan bu yana-
bizden yorgun, kırışık,
çırıl bir yalnızlık yatıyor, yanımızda...
hazırdık aslına çok uzamış başlangıçlara,
hazin sonlar bulmaya;
intihar etti saymaya ya da katil kiralamaya..

ve nefesler duyulur yeniden
her kalp çarpıntısına, diyor ki
"kadınları çok sevdim, öyle çok sevdim ki
kadınları, birine bağlanıp kalmak
haksızlık gibi geldi diğerlerine"
efkar kanlı bir sözcük, ve her daim katılır masada
hem rakısına, hem suyuna.

yine de alınıyor insan, kapı çarpmalarına,
-her tarafı çatlak tenimizden-
akciğerlere katran, kalbe ağrı olarak sızan
-dudaklarımızı ıslatıp kaçan-
her sağanağa...

2 Mayıs 2010

Eskiz Defteri - 4


çok büyüdü içimde cümlelerim. anlatmam gerek artık. dinle.

metaforlarımı egenin anaforlarında kaybettim. çok hoşuna gitti bu ses benzerliği denizin. kafiye yapmayı düşünüyor şiirine ama umrumda değil benim. diğer kelimelerimle de insanları etkileyebilirim.

sen... Bir uçağın havada bıraktığı düzgün izler gibi geliyorsun bazen aklıma ama biliyorum işte orada olmayacaksın 5 dakika sonra. Ne yanılsama ne gerçek. Kendini aldatmakla başkasını aldatmak arasındaki ince çizgi... Sonunda birileri mutsuz olacak yine... Yine...

terleyen erkeğinin kokusu iğrendirdiğinde kadını, artık terlemeye değecek şeyleri yapmanın manasızlığını kavramalı. okudukların tamamiyle bana ait değil, sadece gözlerin bakıyor buraya, aklın küllükte bıraktığın sigaranda.

Ama biliyor musun, Sevdikçe sevgileri küçülttük. Küçük bir bardağa sığıyordu tüm ilişkinin akışkan anıları ve el ele yürüyerek geçilen yollar beş para etmiyordu. Artık herkes anlamıştı. Aşktı nasıl olsa. Ne kadar büyük olursa olsun. Bitiyordu!

sonra vapurlar vardı bol rüzgarlı, çok mavili, martı sesli, deniz kokulu. sonra adamlar vardı, vapurlardan hoşlanmayan. rüzgarlardan hoşlanmayan. sonra çay içen bir kadın vardı güvertede. sonra kulaklıklarının kulağına tam oturmamasından muzdarip, ve hayattaki bütün sorunu bundan ibaret olan, şarkı dinleyen, şarkı söylemek isteyen gençler vardı. sonra vapurlar vardı bol rüzgarlı, şimdi yoklar... olurlar belki yeniden, kim bilir.

muhayyilesi bitik. zaman kavramından çalmış erkeğin, kolundaki saati. yeni bir şeylere başlamak için artık erken. sana elveda demek için henüz çok geç .


'07 izmir

Ankara'dan Gitmek: AŞTİ

Ankara’nın sonbahar yaprakları çok sarıdır.
Ama bilmez onlar.
Nereden bilecekler...
Deniz uzaktır ve bir gri yaftasıdır gider nedense.
Şimdi yavaş yavaş konuşmaya başlayan çocuk
Benim yanımda doğmuştu.
Bak gör beş- altı yıl sonra bu sarışınlığından eser kalmayacak.
Ama bilmez onlar.
Nereden bilecekler...


Pencere kenarı, mümkünse önlerden bir koltuk isteği… Yan yana oturan üç adamdan biri, bir kaç saat sonra gideceğiniz şehrin adını mühürlüyor eskimiş, yorgun elleriyle bilete. Sahi; yazıhanelerdeki adamlar yıllardır oradalarmış gibi gelir bana. Sanki arkadaki kapıları boşuna yapmışlar, giden insanların doldurduğu bir mekânın kronik kalanlarıdır onlar. Eskimiş, küflenmiş, zaman makinesine girmiş ama nerede duracağını kestirememiş.

Ankara'nın çok sesli yalnızlığı… Hep acı veren, hep acıyan dış kapısı. Gidenlere sallanan mendillerin rüzgârı dağıtır saçları. Gidenlere ağlanır. Gidenler kalanlara ağlamaz. Onlar da gittikleri için ağlar. Hangi mevsim olursa olsun sonbahardır otogarda. Son baharıdır beraber geçirilen zamanın artık. Dönmemek varsa eğer, gitmemek en iyisidir ama kimse bir daha dönmeyeceğini bildiği için iptal etmez biletini. Gitmek zorundadır birileri hep. Hareket eder otobüsler, gel gel yapar muavinler, sonra karanlık olur, sonra Ankara’nın ışıkları.

Simsarlara bıraksam kendimi kim bilir nereye gönderecekler. Her biri başka bir şehre yakıştırıyor beni. Hiç “kalsana abim nereye gidiyorsun” diyen yok. “Yapamazsın sen başka şehirde, bak üzgün gibisin zaten, siktir et gitme” diyen. Sırtımda çantam hükümet sigarama yasak koymuş -ki kahrolsun AKP ama sade ben deyince kahrolmuyor işte- , dışarıda peronlardayım mecburen. Taşıyıcılar ekmek derdinde, genç annelerin kucağında annelerden çok daha genç çocuklar. Ağlayanlar, ağlamayı abartıp artık ağlayamayanlar. Çuvalların içinde malzemeler, çoğunlukla şeklinden ne olduğu anlaşılamayan garip, otobüs parazitleri… Ankara'nın kanayan yanı, boşaltıyor otogarından Ankara mütemadiyen pis kanı.

Otogar hüzünleri, lastik izlerine karışmış ilişki izleri. Bir vedayı çok görmüş, az duymuş, hiç hissetmemiş kalabalıklar şehrin mütenevvi yerlerinde senden habersiz. Son kez aramak için telefonu ele alıp vazgeçen insanlar görürsün. Bakışları sabit; “gelse de şu otobüs bitse ızdırabım” diyen insanlar. Gitmek istemek yetmiyor gidebilmek için. Hatta gitmek bile yetmiyor bazen... Ankara anlaşılmaz, Ütopik bir deniz feneri gibidir o şehir. Uzağında olan görmeye çalışır göremez, yanı başında olan sallamaz. Sırf bu yüzden ne kadar uzağındaysa o kadar güzeldir Ankara. Sırf bu yüzden ne kadar gidersen o kadar kalırsın.

Bulunduğu perondan geri geri çıkarken içinde bulunduğun otobüs, kuşuna, ağacına, binalarına, kafelerde çalan müziklere, Sakarya caddesinde içilen biralara, bozuk yollara, bankına, kaldırımına, minibüs duraklarına, kavşaklara, yağmura, kara, erkeğine, kadınına, tutulmayan sözlere, edilmeyen yeminlere, az önce aşağıdayken döktüğün gözyaşına, otobüse binmeden içtiğin sigaranın dumanına, için için kıskançlık duyarsın. Çünkü sen gitmektesindir, fakat onlar yarın da Ankara’da.


'05 izmir

5 Nisan 2010

Eskiz Defteri - 3


en küfürbaz gecelerinin içinden bir melek çıktı
çok beyazdı her yerinden kanamış secdeleriyle
yok, hiç bir inançsız cümlende gözlerinin feri
yok, hiç bir saadetsiz düşte kokan teri
ne yalandı ne gerçek öyle sıradan bir sabır
en kırksız yedileriyle gelmişti sonbahar
renksiz lalezarın içinde bir çocuk var
renksiz, ah düştüm düşüyorum
tut ellerimden diye yalvaran bir kadın
ah tut saçlarımdan koparsa kopsun
tut tenimden çürürse çürüsün
nedeni belli olmayan çizgiler
en titrek aydınlığınla kararttın içimi
yürüyen o semazen ve
en saçma mısralarıma göründü sözlerin
şimdi başka bir parmakucunda geziniyor tenin
başka bir yatağın başucunda saçının teli
girsin sen de dokunma sıcak ve narin gecelerin
iç gıcırtısı.
tekinsiz sabahların ağzı pis kokan kadınları
doldursun hayallerini.
hep bir huzur tevekkülüyle yaşarsan şayet
hep bir düş kırıklığıyla doldurursun içini
hayır bu o değil, hayır bu bir başkasının kokusu
hayır yatağındaki bu kirler, bir aşkın izleri değil
güneş ve ezan anlatıyor sana hadi kalk salak
hadi yeni bir gün ve sen dün geceki adam değilsin
devamlı bir değişim halinde büründüğün yeniler
her zaman bir başkasıyla kapanıyor gözlerin
hayalin sonu ölüm, e yaşayacaksın sen de
bırak bari bitkin bir sabahın sonrasında gelsin sonun
şimdi yeni bir saat ve perdeler açıldı artık
işte tek başınasın, işte yine kendinle başbaşasın
suç atacak kimse kaldı mı?
küfredecek tek bir arkadaşın
bırak şu şerefsizi diyecek tek bir anın kaldı mı?
çok güzeldi ama çok da kaltaktı diyeceğin
bir yatak kaldı mı eskimiş duvarlarıyla hani,
en saçma tablolarıyla bir kadının ayağını kemiren bir kedi
hadi şimdi ders çalış, hadi şimdi işe git
alarm sesleriyle güne uyan, gece lambanın mavisiyle bit.

İkimiz de Aşık Değiliz Ne Güzel


İkimiz de aşık değiliz ne güzel....
Ayrılık istiyor canımız.
Artık hiçbir ilişkiye yetmiyor aydınlığımız...
-O şarkıya daha önce ağlandı,
O film hakkında konuşuldu
Hayır, bunları sana daha önce de söyledim-

Geçmişin gölgesinde tükenmekteyiz...
Utançtan muzdarip
Bir dağ rüzgarı yalnızlığı
Saçı başı dağıtmayan....

Aklımız karışıyor, her -aşk- dendiğinde
Ve bu düzenbazlığa ortak oluyoruz...
Evet,sana yalanlar söyledim
Evet, hergün yalanlar söylüyorum herkese
Evet, bu yanlış bir eğilim...
Hayır, pişman değilim...

Yüzleşmeye çalışmadım kendimle
Kandırdım düşlerimi...
Hiçbir caddeye çıkmıyor bu sokak
Elindeki anahtar hiçbir kilidin değil...
Seni arayanlar,
Yanlış numara deyip kapatacaklar...

Hayır bu sen değilsin...
Yüzleşmeye çalışmadın kendinle
Kandırdın düşlerini...
Hiçbir sokağı bilmiyor bu cadde...
Kapımdaki kilit hiçbir anahtarın değil...
Beni arayanlar,
Seni sorup kapatacaklar...

Yatağımda tekim, yanımda yoksun,
Uyku çok uzak, yastığım keder.
Yatağımda tekim, yanımda yoksun,
Kim terk eden, kim kalan , ne farkeder...



ocak '05

14 Mart 2010

Saçma


Şimdi nerden aklıma geldi bilmiyorum.
Ben daha küçükken,
en alt katta oturan bir komşumuz vardı.
Sürekli içer;
gece yarısı mahalleden geçenlere laf atardı.
Bir gün yasakladı karısı ona içmeyi.
O da kızdı karısına
ve banyoya girip bir şişe kolonyayı dikti kafasına.
Öldü.
Çok saçma bir ölümdü.
Banyoda müzik sesi yoktu.
Ve üzülmedi de kimse o kadar.
Ben sabaha karşı uykumun en tatlı yerindeydim...

16 Ocak 2010

Herkes Biliyor


Herkes biliyor aslında ‘git’ demek istediğini..
Sadece ağzından çıkan kelimeler farklı , herkes biliyor.

Yıkılmasıyla başlamaz ki hikayesi, bir kubbenin!!
Ne kadar soğuk da olsa lazımdır duvarları...
Ve içinde yaşanan hayatlar, oynanan oyunlar, çalınan şarkılar...
Lazımdır...
Ve küfürler lazımdır...

Dert etme , herkes biliyor artık o sütyenler sayesinde
Koca memeli olduğunuzu..
Yorganın altında ondan çıkartamıyorsunuz elbiselerinizi
Herkes biliyor...

Ama söylememeliyim bunu şimdi…

Söylenecek olan kafiyelerdi değil mi bir şiirde?

Kırık sesiyle bir kadın, çirkince bağırırdı
Uğramazdı güzellik, kirli gamzelerine
İçki kokan masada, belayı çağırırdı
Kimbilir kaç lira tutuşturuldu ellerine..


Yok olmadı bu...

Gözlerin kun rengi, bakışlar bilmiş
Ellerin bir martı, simit ellerim
Bak bu Kur’an, tam da şu dağda inmiş
Gel, yaklaş, müstakbel eski sevgilim...


...

Hayır, anlatacaklarım bunlar değildi..

Uzakta olduğundu anlatmam gereken..
Uzakta olduğun...
Ne yapsam olmuyor...
Kusura bakma,
Sana şiir yazmak için
Fazla sarhoşum.



'06 - İzmir

10 Ocak 2010

Karanlık

Gündüz sessizliğin ağa babası, gizemin kralı olursan, gece yalnızlıktan ölürsün böyle. Sesin güzel ama konuşmadıktan sonra neye yarar. İyi sevişiyosun belki ama sevişmedikten sonra... Çok karanlık değil aslında arka bahçenin ışıksızlığı. Elektrik yokken daha aydınlıkmış ortalık diyolar bi ay varmış öyle böyle değil gündüz gibiymiş her yer. Biz elektriği bulduktan sonra karartmışız her yeri. Biz konuşmayı öğrendikten sonra, başlamışız susmaya.

Her merhaba anlamsız kılıyor kendinden sonraki cümleleri. Merhaba nasılsın? İyilik ne olsun... cümle zayiatı, enerji kıyımı. Bakmayın lan işte birbirinizin suratına, biraz delikanlı olun ve çıkarın arkadaşınızın sırtından az önce sapladığınız kurşunu. Birbirinizin suratına siktir lan lar fırlattıktan sonra öyle güzel olacak ki her şey. En azından iki yüzlülüğünüz kalmayacak ve siz sadece becerebildiğiniz kişi olduğunuzda, dert etmeyi bırakacaksınız, sebepsiz bir ölümü.

Yusuf ölmüş, Nida ölmüş... Ulan hüda ölmüş haberiniz yok. Bi tek Nietzsche ye mi mantıklı gelmiş bu fikir yoksa kimse seslendiremiyor mu bu aleniliği. Nida nın fotoğraflarına baktım bugün. Başı çok açıktı. Ve dahası alnı da açıktı. Ve daha dası alnı açık binler ölüyordu ve biz sadece üzülüyorduk. Biz üzülmeye programlanmış bir neslin betasıydık, ve alfa ya daha çok yolumuz vardı. Biz deneme sürümüydük ve deniyordu herkes her gece her gündüz.

Kandırmayın kendinizi hüda öldü oğlum. Ne tuttuğun oruçtan keyif almak şimdi, ne vefa gösterdiğin insandan iyilik beklemek. Tek başınasın bundan sonra. Ya öldükten sonra ismin yankılanacak kalabalık meydanlarda, ya ağlayan sadece baban, sahici bir acıyla.

Gündüz sessizliğin ağa babası, gece yalnızlıktan kemiklerini kemiren adamlar. Kendinizi yiyip bitirdiğinizde bile hala anlayamamış olacaksınız, doğru olanı yapıp yapmadığınızı.

1 Ocak 2010

Eskiz Defteri-2


Sadakatimin dizginleri benim elimde
Benim gözlerim, gözlerine bakan
Hatırlıyorum Vermont'u
Ve diğer komik, utanç dolu günleri.

Bugün telaşlısın her zamankinden
Oysa vermeye hazırım ben tüm servetimi
Utangaçlık mı yoksa? Ona da tamam.
Tek, kabullen sana aidiyetimi

Vurma, yalvarırım vurma
Genç bir kızı sevgilisi öldürmemeli
Anlayamıyorum hiddetini, vurma,
Seviyorum seni.

Hiç doğmamalıydın dedi, son kez öperken.
bir iltifat mı hakaret mi?
kırmızı mı üstünde yattığım toprak?
yoksa az önce sıçrayan kanın rengi mi?

Adım Chatea, beni böyle çağırırlar
Dirseğimdeki iz dün akşamdan
Kulaklarım senin sesinle dolu
Ruhum nice zamandır ölü

---------------

Ellerinden tutup, nehre doğru yürüdü onunla
beyaz elbisesi içinde aşırı güzel göründüğünü söyledi
bir garip ıslık uzun saçlı adamın dudaklarında
Rüzgar savuruyordu kadının eteklerini

Kırmızı motifli bir beyaz elbise
Gösterir tüm evrene esmer bir kadının güzelliğini
Su seslerini duyabiliyorlar nerdeyse
Hissediyorlar yaş toprakların serinliğini

Sazlıklardan geçerken yan yanalardı
Sarı ayakkabısı ıslandı uzun saçlı adamın
Kuş sesleri duydular çok uzaklardan
Martılar olmalı.

Vahşi bir çiçeği takıp kadının kulağına
Mavi karanfillerin bulunduğu o yere geldi.
Büyük bir taş alıp vurdu kafasına
Hissedene kadar durmadı son nefesini

Öptü son kez, ikasının gururuyla
Tanrı diye haykırdı, gör yaptım işte
Gör, tapınmaya değer değilsin
Yaratmaksa iş, ölümü yarattım ben de

Ellerine baktı, Kırmızı ellerine
aklından geçenleri yapan ellerine
yıkadı cinayetini nehrin suyuyla
temizlendi düşünceleri

Bir resim var, ağustos başlarında çekilmiş
iki sevgili, gülümsemişler
biri öldürmüş duraksamadan
ötekini öldürmüşler.

---------------

Adım Pierra, beni böyle çağırırlar
Tanrılık vasfım dün akşamdan
Tüm kulaklar benim sesimle dolu
Ölenler benim irademle ölü

Beyaz elbiseli esmer kadınlar olmamalı
Dudakları alev atmamalı bir kadın öpüşürken
Chatea lar doğmamalı
Sadece biraz daha düzelttim dünyayı

Düşerken kolların incindi mi?
Korkmadın ya burnundan kanlar akarken.
Kavakların hışırtısından duyamıyorum seni
Biraz daha bağır yalvarırken

Bir kaç gündür bu kafa karışıklığı
Belki aylardır, bilmiyorum
insanların tasvip ettikleri değil beğendiklerim
Sizlerin gördüğü renkler değil gördüklerim

Öpüştük on dakika kadar
Ona Vermont'ta geçirdiğimiz o günü hatırlattım
Gülümsemek çok yakışıyor dudaklarına
Büyük bir taş bulmalıyım