19 Mayıs 2010

e iyiydik?


ıskalanan yüreklerin hesabı,
anason kokan gecelere kesilir
ve -bir güzel elinde terletemediğimiz- kupkuru ellere
en çok o zaman yakışırdı, buz atmak kadehlere..
hisseder, anlatamazdık..
henüz üç-beş 70'lik olmamıştı büyüyeli,
esrikliği tadıyorduk..
hiç duymadığımız bir kelimeyi, oluyorduk...

ilk dublenin ardından, hep boğaza baktığı varsayılan
herhangi bir masada -ankara'da-
ne zaman yürek tokuştursak bir kadınla
hep bizimki kırılır, saplanırdı hayatımızın tam ortasına
kördük, kütüktük zil-zurna...

kimse ötekinden daha az yamulmamıştı ki
-tam da sı(za)cak uygun bir kucak ararken-
sadece sesiyle anlamlanan,
sesine çok yakışan adımızı çağıran
-ki daha duyulabilir hissediyordu kendini insan-
nefesler duyduk.. (zannımca tanrı'dan...)

artık, -her defasında aynı şeyi yapıyor diye-
o kadar da efkarlanmıyorduk,
bitmek üzere olan peynire..
çünkü az sonra -ağızda sigaralar- ayakta alkışlayacağımız
tanrı'yla düet yapan seslerde yorumlanıyordu adımız..
sanılanın aksine "ulan" değildik hiç birimiz
-verildiğinden bu yana ilk defa-
bizi mutlu edecek herşeyi çağrıştırıyordu ismimiz...

bir güzellik de biz yapalım istedik
en iyi yaptığımızı sandığımız şey neyse, onu sergiledik
" bakın bayan, en iyi ben içerim
on dakikada üç dubleye çıkabilen bir karaciğerim "
ve feda edilecek herşeye değecek,
her koşulda, -karda, çamurda.. giyinikken, çıplakken, ıslakken-
güzel kalmayı beceren, gülümsemeler keşfettik
yürekler uyarıyordu yanık bir kokuyla da
biz buz kesmiştik, müdahale edemedik...

zamanın kayıt dışı, o donuk aralığında
hepimiz aynı cevabı vermeye gönderildik,
sıradan bir çocukluk anına....
" - büyüyünce ne olmak istersin küçük şey?
- aşık... yapabilir misiniz? "
yok artık, hem ne güzel çalıyor şarkı bak
"sahi dimitri, neden bıraktı kutsal kitaplar inmeyi?"
ve her soruya aynı cevap artık
"bu konu hakkında konuşmayalım
biz, buna içelim"

sabah, gözümüze çakıp da ayıltınca,
farkediyorduk;
-artık kaç defa seviştiysek, akşamdan bu yana-
bizden yorgun, kırışık,
çırıl bir yalnızlık yatıyor, yanımızda...
hazırdık aslına çok uzamış başlangıçlara,
hazin sonlar bulmaya;
intihar etti saymaya ya da katil kiralamaya..

ve nefesler duyulur yeniden
her kalp çarpıntısına, diyor ki
"kadınları çok sevdim, öyle çok sevdim ki
kadınları, birine bağlanıp kalmak
haksızlık gibi geldi diğerlerine"
efkar kanlı bir sözcük, ve her daim katılır masada
hem rakısına, hem suyuna.

yine de alınıyor insan, kapı çarpmalarına,
-her tarafı çatlak tenimizden-
akciğerlere katran, kalbe ağrı olarak sızan
-dudaklarımızı ıslatıp kaçan-
her sağanağa...

2 Mayıs 2010

Eskiz Defteri - 4


çok büyüdü içimde cümlelerim. anlatmam gerek artık. dinle.

metaforlarımı egenin anaforlarında kaybettim. çok hoşuna gitti bu ses benzerliği denizin. kafiye yapmayı düşünüyor şiirine ama umrumda değil benim. diğer kelimelerimle de insanları etkileyebilirim.

sen... Bir uçağın havada bıraktığı düzgün izler gibi geliyorsun bazen aklıma ama biliyorum işte orada olmayacaksın 5 dakika sonra. Ne yanılsama ne gerçek. Kendini aldatmakla başkasını aldatmak arasındaki ince çizgi... Sonunda birileri mutsuz olacak yine... Yine...

terleyen erkeğinin kokusu iğrendirdiğinde kadını, artık terlemeye değecek şeyleri yapmanın manasızlığını kavramalı. okudukların tamamiyle bana ait değil, sadece gözlerin bakıyor buraya, aklın küllükte bıraktığın sigaranda.

Ama biliyor musun, Sevdikçe sevgileri küçülttük. Küçük bir bardağa sığıyordu tüm ilişkinin akışkan anıları ve el ele yürüyerek geçilen yollar beş para etmiyordu. Artık herkes anlamıştı. Aşktı nasıl olsa. Ne kadar büyük olursa olsun. Bitiyordu!

sonra vapurlar vardı bol rüzgarlı, çok mavili, martı sesli, deniz kokulu. sonra adamlar vardı, vapurlardan hoşlanmayan. rüzgarlardan hoşlanmayan. sonra çay içen bir kadın vardı güvertede. sonra kulaklıklarının kulağına tam oturmamasından muzdarip, ve hayattaki bütün sorunu bundan ibaret olan, şarkı dinleyen, şarkı söylemek isteyen gençler vardı. sonra vapurlar vardı bol rüzgarlı, şimdi yoklar... olurlar belki yeniden, kim bilir.

muhayyilesi bitik. zaman kavramından çalmış erkeğin, kolundaki saati. yeni bir şeylere başlamak için artık erken. sana elveda demek için henüz çok geç .


'07 izmir

Ankara'dan Gitmek: AŞTİ

Ankara’nın sonbahar yaprakları çok sarıdır.
Ama bilmez onlar.
Nereden bilecekler...
Deniz uzaktır ve bir gri yaftasıdır gider nedense.
Şimdi yavaş yavaş konuşmaya başlayan çocuk
Benim yanımda doğmuştu.
Bak gör beş- altı yıl sonra bu sarışınlığından eser kalmayacak.
Ama bilmez onlar.
Nereden bilecekler...


Pencere kenarı, mümkünse önlerden bir koltuk isteği… Yan yana oturan üç adamdan biri, bir kaç saat sonra gideceğiniz şehrin adını mühürlüyor eskimiş, yorgun elleriyle bilete. Sahi; yazıhanelerdeki adamlar yıllardır oradalarmış gibi gelir bana. Sanki arkadaki kapıları boşuna yapmışlar, giden insanların doldurduğu bir mekânın kronik kalanlarıdır onlar. Eskimiş, küflenmiş, zaman makinesine girmiş ama nerede duracağını kestirememiş.

Ankara'nın çok sesli yalnızlığı… Hep acı veren, hep acıyan dış kapısı. Gidenlere sallanan mendillerin rüzgârı dağıtır saçları. Gidenlere ağlanır. Gidenler kalanlara ağlamaz. Onlar da gittikleri için ağlar. Hangi mevsim olursa olsun sonbahardır otogarda. Son baharıdır beraber geçirilen zamanın artık. Dönmemek varsa eğer, gitmemek en iyisidir ama kimse bir daha dönmeyeceğini bildiği için iptal etmez biletini. Gitmek zorundadır birileri hep. Hareket eder otobüsler, gel gel yapar muavinler, sonra karanlık olur, sonra Ankara’nın ışıkları.

Simsarlara bıraksam kendimi kim bilir nereye gönderecekler. Her biri başka bir şehre yakıştırıyor beni. Hiç “kalsana abim nereye gidiyorsun” diyen yok. “Yapamazsın sen başka şehirde, bak üzgün gibisin zaten, siktir et gitme” diyen. Sırtımda çantam hükümet sigarama yasak koymuş -ki kahrolsun AKP ama sade ben deyince kahrolmuyor işte- , dışarıda peronlardayım mecburen. Taşıyıcılar ekmek derdinde, genç annelerin kucağında annelerden çok daha genç çocuklar. Ağlayanlar, ağlamayı abartıp artık ağlayamayanlar. Çuvalların içinde malzemeler, çoğunlukla şeklinden ne olduğu anlaşılamayan garip, otobüs parazitleri… Ankara'nın kanayan yanı, boşaltıyor otogarından Ankara mütemadiyen pis kanı.

Otogar hüzünleri, lastik izlerine karışmış ilişki izleri. Bir vedayı çok görmüş, az duymuş, hiç hissetmemiş kalabalıklar şehrin mütenevvi yerlerinde senden habersiz. Son kez aramak için telefonu ele alıp vazgeçen insanlar görürsün. Bakışları sabit; “gelse de şu otobüs bitse ızdırabım” diyen insanlar. Gitmek istemek yetmiyor gidebilmek için. Hatta gitmek bile yetmiyor bazen... Ankara anlaşılmaz, Ütopik bir deniz feneri gibidir o şehir. Uzağında olan görmeye çalışır göremez, yanı başında olan sallamaz. Sırf bu yüzden ne kadar uzağındaysa o kadar güzeldir Ankara. Sırf bu yüzden ne kadar gidersen o kadar kalırsın.

Bulunduğu perondan geri geri çıkarken içinde bulunduğun otobüs, kuşuna, ağacına, binalarına, kafelerde çalan müziklere, Sakarya caddesinde içilen biralara, bozuk yollara, bankına, kaldırımına, minibüs duraklarına, kavşaklara, yağmura, kara, erkeğine, kadınına, tutulmayan sözlere, edilmeyen yeminlere, az önce aşağıdayken döktüğün gözyaşına, otobüse binmeden içtiğin sigaranın dumanına, için için kıskançlık duyarsın. Çünkü sen gitmektesindir, fakat onlar yarın da Ankara’da.


'05 izmir